21 Kasım 2020 Cumartesi

"Bir Başkadır" dizisi ve başlattığı tartışma ortamı üzerine bir yorum...

Herkese merhaba, 

     Zaman ne kadar da çabuk geçiyor...En son yazımı 3 sene evvel paylaştığımı görünce ben bile hayrete düştüm...Ve bugün bloguma uzunca, epey uzunca, bir aradan sonra, bir yazımı eklemeye karar verdim. Günlerdir artarak çoğalan "Bir Başkadır" dizisine ilişkin yorum yazılarına bir yorum da benden olacak bu yazı...Bunu, aklımda bu düşünceler dönüp dururken, Youtube'da Emre Demir'in kanalında Besim Dellaloğlu hocayla yaptığı ve diziyi sosyolojik olarak okumaya/düşünmeye yönelik videosunu izledikten sonra karar verdim diyebilirim. 
(Linki şöyle: https://www.youtube.com/watch?v=aFKwlZ9Z0ic&t=1s)

     Öncelikle bu dizinin bizim memleketimizde yapılmasının, Besim hocanın da vurguladığı üzere, tam bir uçurumlar ve çeşitlilikler ülkesi (diğer sevdiğimiz deyişimizle "kültürler mozaiği!!!) oluşumuzdan kaynaklandığı, bir tesadüf değil, su götürmez bir gerçek. Ben de bu dizinin -daha çok böyle algılandığı dindar/laik eksenininden ziyade; -sosyo-kültürel ve ekonomik açıdan okunması gerektiğini düşünüyorum. (Aslında herşeyde olduğu gibi fikrimce). Kısmen Y sonu, ama çoğu Z kuşağı olan öğrencilerimden ve çevremdeki sanatla ilgili kişilerin neredeyse tamamından pozitif değerlendirme ve takdirler duydum diziye ilişkin. Yaşıtlarım ve büyüklerim olan kişilerin olumlu yaklaşımları ise, sanırım Besim hocanın yine örneklendirdiği “zamanımızda Nazım ile Necip Fazıl’ın yan yana duramayacağı gibi” keskin ayrımlar döneminden gelse bile buna içten içe karşı duran, uzlaşmaya ve birbirini anlamaya daha yatkın, demokrat kişiler olduklarından olabilir. 

     Şunu belirtmeliyim ki, yukarıda bahsettiğim videoyu izlerken Emre Demir'in, "Türkiye'yi klinik bir vaka olarak incelemek" sözü beni çok şaşırttı, çünkü daha dün akşam, muhtemelen bu program canlı çekilirken, ben de arkadaşlarımla yaptığım sohbette aynen bu saptamayı benzer sözcüklerle ifade etmiştim! (Bir başkadır, kırmızı oda, ve son zamanlardaki tüm benzerleri üzerinden!). 
     Birçok yorumlayanın ve Besim hocanın dizinin biçimine yönelik “bilinçli ve tercihli” olarak "eski Yeşilçam filmlerine benzetildiği" yorumuna da katılıyorum; çekimler, açıları, ışıkları, çekim tonları, ve hatta müzikleri bile bunu fazlasıyla destekler nitelikte. Sanıyorum ki bu da yazar/yönetmenin, bir "zamanlarüstü olma" gayretinin sonucu. (Dizinin kimilerince 80'le, 90'lar gibi, diye nitelendirilmesi de bundan olabilir.) 
Dizide, nazar boncuğunun sıkça kullanılması, toplumun her ne kesiminden gelmiş olursa olsun sanki ortak bir değeri, imgesiymiş gibi vurgulanması ise benim çok dikkatimi çekmişti. 
     Ben şahsen neredeyse tüm karakterlerin kimi yönleriyle “aşırı” ve “köşeli” imgelerle/ biçimde, hatta gerçekliğini ve inandırıcılığını bile perdeleyecek derecede göze sokarcasına (türbanlı lezbiyen gibi, jungcu imam gibi...) "süslendiğini" düşünüyorum, ama sanıyorum ki bu da karakterlerini ötekileştirmeye/kutuplaşmaya karşı uzlaştırıcı-ortaklaştırıcı birer unsur olarak vurgulamaya çalışan yazar/yönetmenin bilinçli bir çabası yine. (Tabii bu sefer de bu aşırı imgeler klişelik ve hatta yorumlamaya uzanabiliyor, ki bütün sağ-dindar-kapalı-taşralı kesim erkekleri ve kadınları hep bir şekilde bir cendereye boyun eğmişler ve mağdurlar, ama bunu yanın sıra da tüm seküler-eğitimli-para-başarı yahut kariyer sahibi, modern diye tanımlayabileceğimiz kentli kadın ve erkekler de hep yalnız, mutsuz ve bir tutunacak bir dal arayışı içinde (zira “ötekinin" tutunacak bir inancı var ne de olsa! Bunun yerine yoga mı koysak, şaman ritüelleri mi koysak gibi...) fakat nedense bir çıkmazdalarmışcasına algısına/yargısına bizi yönlendiriyor sanki. Ama işte bizi de, neredeyse tüm ülkeyi de gündem oluşturacak denli üzerinde konuşturmasının ve dikkat çekmesinin sebebi de belki bu; herkes dizide biraz (ya da bariz bir şekilde!!!) kendini görse de, herkes bir "ama" parantezi açıp, ama biz öyle değiliz, bu öyle değil, şu şöyle değil şeklinde itirazlar yükseltebildi. 
      Sonuç olarak, bir sanat eserini bence elbette herkes eleştirebilir, hatta eleştirmelidir; ki hem eleştiri demek yermek/dövmek/sövmek değildir ve hem de bence (bir eğitimci olarak) ülkemizin en büyük eğitimsel eksikliğidir “eleştirel yaklaşım” ve “analitik düşünceden” yoksun bir sistemle eğitilmemiz. Fakat eleştirinin de “iyi” ya da “kötü” değil, dokunduğu ve dokunmayı başaramadığı noktalar üzerinden tartışılması belki daha yerinde olacaktır. Dolayısıyla kişisel fikrimce bu dizi, dokunmayı başardığı unsurlar açısından ve başlattığı tartışma ortamı açısından başarılıdır. Estetik/görsellik ve oyunculuklar açısından da beğendim diyebilirim ben. Ancak karakterler açısından da eksik ve içi boş kalmış çok yanlış ve tesbitin olduğunu düşündüğümü de belirtmeden geçemem. Ama bu, öyle ya da böyle bir kurgu, ve yazarının yorumu bu yönde. Haliyle elbette saygı duyuyorum.


6 Aralık 2017 Çarşamba

Halkın Trafikle Bitmeyen İmtihanı...

   Dün hemen hemen 17 yıldır sürdüğüm motorla ikinci kere ve ikinci kere yine şehir içinde ve ikinci kere yine aynı şekilde bir kaza yaptım; daha doğrusu kaza yapmamak için “en güvenli” bir duruşu yapmayı başararak, ve usulca motorumu sağa bırakmak suretiyle kendimi; orta şeritte arabadan inen kızı, ve motorumu SIFIR hasarla bu olaydan kurtarmayı başardım!

Peki ama ya başaramasaydım?

   Çok değil daha kaç ay önce yaşadık; hepimizin tanıdığı, sevdiği, üstelik motor üzerinde usta bir arkadaşımız Barkın Bayoğlu; nam-ı diğer “Altın Elbiseli Adam”ı çevreyolu’nda arabasıyla kuralsızca öylece durup arabadan fırlayıp karşı şeride fırlayan bir kişiye çarpmaktan maalesef kurtaramayarak hayatını kaybettiği kazayı! Hem sebep olan kuraltanımaz hem de kendi yolunda ve hakkı olduğu şekilde ilerleyen ve hiçbir kusur işlememiş olan bir motor sürücüsü canından oldu; onca sürüş ustalığına rağmen! Ve birçok diğerlerini de biliyoruz aynı ustalık ve bilgilerine rağmen canını kaybetmiş!

Peki ama neden? Neden? Neden?

   Çünkü toplumcana hiçbir kural-kaide-yasa tanımıyoruz! Bu kural ve yasalar bizim için; bizim güvenliğimiz; bizim canımız için konmuş olsalar dahi! Peki ama neden?
Yaşadığım ilk kaza, yıllarca hayalini kurduğum BMW motoruma kavuştuktan ve ileri sürüş eğitimimi başarıyla tamamladıktan kısa süre sonraydı. Ama taa o zaman da, şimdi de aklımdan çıkarmam “asla ben oldum demeyeceksin” hiçbir konuda! Bu yüzden her konuda her daim öğrenmeye ve dersler çıkartıp kendimi daha geliştirmeye çalışırım. Ancak tabii bu gibi durumlarla karşılaştığınızda yapabileceğiniz tek şey kendinizi ve de elbette karşı tarafı da mümkün olan en hasarsız şekilde durumdan kurtarmaya, sakınmaya çalışmak olmalı, zaten başka çareniz yok, başka bir şey düşünülemez ki! (Ne yazık ki herkes şanslı olamayabiliyor! L)

   Konuya döneyim, eğitimimi almıştım, sürüş deneyimim de vardı epeyce, her zaman yapmaya çalıştığım ve herkese önerdiğim üzere “20 göz 20 kulakla kendimi kötü sürücü ve yayalardan sakınarak sürmeye” çalışıyordum. Keyifle güneşli, trafiğin olmadığı, güzelce akan sahil yolunda gayet normal bir süratle, bana yanan yeşil ışıkta ilerlerken, az ötede sağdan yola fırlamakla fırlamamak arasında bir adım ileri atıp bir adım geri çekilen kadını gördüm. Uzun ve sert bir korna çalmamla yoldan geri çekildi ve ben de gönül rahatlığıyla devam edecektim, ki ne alakaysa yine tam ben geçerken kendini yola attı, sanki bilerek isteyerekmişçesine! Ve tabii ani bir fren, durdum, devrildim, o kalakaldı, çığlık attı filan! Kimseye bir zarar, hasar gelmemişti; korumalı pantolonumun üst katmanının paramparça, aynamın kırık, ama en önemlisi aklımın çıldırmış halde olması dışında!!! Ben ona bağırıyordum neden atladın diye, o öylece susup bakıyordu yüzüme, ama zaten ne çare, bu artık neyi değiştirecekti ki?

Neden ama neden hem de göz göre yola atlıyor, hiçbir kural tanımıyor bu insanlar?

   Yıllar geçti…Bu olayın üzerinden de sanırım 12-13 yıl!
Dün de bir benzerini yaşadım. Sağ şeritte, yine göreceli boş bir trafikte ilerliyordum, ama elbette tüm bu sakinliğe, hoşluğa, boşluğa rağmen sürekli önümü arkamı tarayarak (TATKU/SIPDE)! Neyse ki!
Ve ilerde solumda orta şeritte ilerleyen cipin yavaşladığını ve bir saçmalığın beni beklediğini anladım! Cip işleyen yolun ortasında sanırım sadece arkasında kimsenin olmamasına güvenerek durdu, arka koltuğun solundan inen genç kız arabanın arkasından sağa doğru hızla önüme zıpladı, yine korna ve yakın olduğumzdan bağırmam filan işe yaramadı. Tabii ki ABS frenim yine hayat kurtardı ve kız solumda, dokunmadan durabildim ama tüm bu (mili)saniyeler içinde gelişen “tarama-görme-fark etme-karar verme ve durma” süresinin sonunda dursam da, bu ani duruşla dengem bozuldu ve mümkün olan en yavaş biçimde motorumu sağa devirerek kendim de sola zıplayarak bir yerimi kırmadan, sıkıştırmadan motordan indim.
Kız elleriyle yüzünü kapatmış “ayyy pardoonn yaaa!” diyordu, sadece “aaay pardon!”. Bir şeyi olup olmadığını sordum, “yok hiçbir şey yok”, dedi! Hemen solumda da onu indiren cipin de yolun ortasında durduğunu fark ettim, ama kadın arabadan inmiyordu bile, ne kızına bakmak için ne de bir özür filan dilemek ya da kızına çarpmamayı başardığım için teşekkür etmek için! Kendimi tutamadım ve başladım bağırmaya hem sürücü kadına hem kıza; “Siz napıyorsunuz manyak mısınız? Akan trafiğin, yolun ortasında yolcu mu indirilir? İki adım ilersi ışık! Kimin için bu ışıklar ha? Kimin için? Hem durmaya devam et bir de arkadan gelen sana vursun, bravo”, diye! Bir yandan bağırıyordum sinirimden ve insanların vurdumduymazlıklarından ötürü, diğer yandan hemen durup yardıma gelen moto-kurye arkadaşların yardımıyla motorumu kaldırıyorduk! (Sağolsunlar! Hızır gibi hemen yanımdaydılar!) “Bravo abla nasıl fark ettin de durdun, helal olsun!” diyorlardı! Kurtarabildiğim ve kurtulduğum durum bu kadar barizdi ve beni daha da delirten zaten buydu! Bu kadar göz göre göre insanların sürdürdüğü bu kuraltanımazlık!

Bu nereye kadar devam edecek diye sürekli soruyor(d)um kendime?

   Bir toplum için en güzel ve neşeli zamanlar olması gereken bayramlarda bile 4 günde 400 kişinin öldüğü bir ülkede bu duyarsızlık ve umursamazlık ne kadar ve daha önemlisi nasıl devam edebilir ki? İnsanlar hiç mi ders almazlar ya?

Gelgelelim uzun zamandır bu trafik konusuyla ilgili yazmak istediğim yazıya bu kaza vesile olacakmış…Neyse…

   Dediğim gibi neredeyse 17 yıldır Türkiye’de ve dünyanın Türkiye’den gelişmiş ve/veya gerisinde sayılan birçok ülkesinde/kıtasında motor sürdüm! Türlü türlü, birbirinden farklı gözlemlerim oldu bu trafiklerin olumlu ve olumsuz yönelerine dair! Risk ve kaza biçimlerini, olması ve olmaması gereken yol ve sürüş biçim ve alışkanlıklarını gözlemledim sürekli; ve kendi sürüşümü de buna göre ayarlıyor, düzeltiyor ve öğrendiklerimle şekilllendiriyorum.
Yılın 12 ayı ve İstanbul’un sosyo-ekonomik olarak birbirinden çok farklı bölgelerinde sürüyorum; Caddebostan (dünkü kazayı da yaşadığım yer aynı zamanda!!!), Zeytinburnu, Kadıköy, Etiler, Eminönü, Fatih, Tuzla, Ümraniye; aklınıza neresi gelirse ben de oralarda sürekli sürüyorum, geçiyorum, görüyorum!!!
Bunu özellikle neden belirtiyorum? Çünkü ben Türkiye’deki bu akut, hayır hayır KORKUNÇ trafik sorununun sosyal-ekonomik-kültürel değil, tamamen medeniyet, bilinç ve saygı sorunu olduğunu düşünüyorum; ve medeniyet ve saygı da maalesef parayla, statüyle, “bilgi ve kariyerle” filan ilgili değil, ülkemizde yani! Zira Bebek’te en “delüks” mekanların müdavimleri de araçlarını umursamazca olur olmaz yerlere park ediyor, Ümraniye’de kafenin önüne de, Kadıköy’de marketin önüne de, Bostancı’da sokağın ortasına da, Eminönü’nde çarşının ağzına da, Fatih’te itfaiye’nin yoluna da, İstanbul gibi deprem riski yüksek ve de acil durumlarda toplanma alanı ya da emniyet şeridi bile bırakılmayan kalabalık bir kentin acil afet yolu statüsündeki sahil yollarının da; Galata Köprüsü’nün “bu yol EDS ile gözleniyor, araçlarınız derhal çekilir” uyarılı tümüyle 1 hatta 2 şeridine de! Kadını, erkeği; genci, yaşlısı; okumuşu, okumamışı yok! Herkes yapıyor bunları! 
Her yerde yaya insanlar kendilerine kırmızı yanarken yola atlıyor, her yerde bariyerleri, demirleri tırmanıp karşıya geçiyorlar, her yerde üst geçitler öylece duruyor, her yerde; çevreyolları bile dahil araçlar park edip kalıyor ve kimse ne de polis sesini dahi çıkartmıyor, ve her yerde karşınıza ters yönden araçlar, kamyonlar hatta tırlar bile çıkabiliyor!

Bu şehir, gözümüzün bebeği, şehirlerin incisi İstanbul, bu ülke; güzel ülkem, maalesef;

(Maalesef) On kere kornaya basmadan yeşilde dahi geçemediğiniz, feribotta  park ederken bile aynasına bakmayanların “ve korna bile çalmanıza rağmen” göz göre göre üzerinize çıkabildiği (evet ben park etmiş kaskımı çıkartırken adam sürerek duran motorumun üzerine çıktı ve gayet normalmiş gibi “dalmışım öyle ayağım gazda”, diyebildiği!!!), ya da dibinize kadar girebildiği, geminin kapalı alanında bile yol boyunca motoru çalıştırıp sizi egzoz gazıyla boğduğu, en sağa gireceklerin en soldan, sola gireceklerin en sağdan gittiği ve son anda ve sinyalsiz hiçbir şeysiz dönebilmek için tüm yolu bloke edip tıkadığı ya da sağdan gelen birilerinin son anda onun yüzünden oluşacak kazadan kurtulduğu –ya da ne yazık ki kurtulamadığı-, her gün her sabah her zaman en sol şeridin “sollama şeridi olarak kullanılıp boş bırakılmak” yerine en yavaş gidenlerce işgal edilmesiyle ve de tüm şeritlerin aynı hızla sürmesiyle tüm yolların, köprülerin sıkışa sıkışa şişip, açılmaz bir düğüm haline geldiği, üç şeritlik yolun iki buçuk şeridinin otoparka dönüştürülüp kalan yarım şeritten geçmeye çalışan araçların da en sonunda sıkışıp kaldığı ve EDS aracının hiç bir şey yapmayıp içinde telefonla oynayan polisleriyle birlikte orada öylece durduğu; ve bir şey söylediğiniz takdirde her hangi bir saygısız vatandaşın da, şikayet ettiğiniz polisin de sizin üzerinize yürüdüğü (evet bunu da yaşadım; “memur bey yol neredeyse 10 km geriden itibaren şişti, bir baktım şu yanınızda duran kamyondanmış, neden çektirmiyorsunuz?”, diye sorduğumda, “bana işimi mi öğretiyorsun ulan?!”, diye üzerime yürüdüğü!!!), trafik kontrolde önünde kasksız-montsuz-eldivensiz ve tek teker giden plakasız motorların ya da 200km hız ile zigzaglar çizen simsiyah camlı renkli ışıklarıyla yürüyen pavyon görünümlü araba yerine her şeyi olması gerektiği gibi olanın durdurulup sorgulandığı, otobanda bile yola her an insan; ters yönden giden ya da park etmiş kamyon; her hangi bir araç çıkabileceği, kırmızısında ne yaya iken ne de araçlıyken senden başka kimsenin durmadığı, yaya geçidinde de durup yol vermekle arkanızdaki araç tarafından ezilme ya da küfürle karşılaşabildiğiniz canım ülkemiz…

Neden ama neden canınız; canımız bu kadar değersiz? Neden bu kuraltanımazlık?

   Sonuç olarak, istediğiniz kadar yolları, otobanları boydan boya demir parmaklıklarla, bariyerlerle örün, kameralarla, ışıklarla döşeyin, bilinç ve eğitim olmadıkça insanlar bunları kesmeye, delmeye, kırmaya, bir şekilde tırmanıp aşmaya, umursamamaya ve hem kendi hem de sürücülerin canlarını riske atmaya devam edecekler! İstediğiniz kadar en modern en ileri teknoloji metroları yapın, delüks otobüsleri/sistemleri getirtin, duble; triple yollar yapın; bunları kullanacak, bunlardan yararlanacak bilinç, bilgi ve eğitim olmadıkça bunların hiçbir anlamı olmaz!
İnsanları demir parmaklıklar, kameralar durduramaz, koruyamaz, engelleyemez; akıl ve eğitim bilinçlendirir, eğitir, düzeltir; insanları doğruluğa sevk edebilir ancak!

Neyse sevgili okuyucu...Pek bir içlenmişim sanırım, epey uzun oldu...Affola ve okuma sabrınız için teşekkür...

Lakırtı kavafı g. ü.


18 Nisan 2017 Salı

A Portrait of the Cellist as a Young Man/Çellistin Genç bir Adam olarak Portresi

Dil, düşüncedir, fikirdir, akıldır. Müzik, ruhtur, yürektir. Ne düşünceden yoksun bir ruh, ne de ruhtan yoksun bir düşünce tam ve bütün olabilir. Kullandığımız dil (ler) bizim düşüncemizdir, ve bu düşüncenin değiştirip/dönüştürdüğü sanatçılardır sahnede müzikle/sanatla ruhunu birleştirerek devleşen, özgünleşerek kendi olabilenler. Dolayısıyla, okumayan, öğrenmeyen, sorgulamayan; yaşama ve evrene dair tükenmek bilmeyen bir aşk ve meraktan yoksun, entelektüel olarak kendini geliştirmeyi ve dilsel zenginliğiyle ifade etmeyi ihmal eden sanatçı, tam ve bütün; özgün ve derin olamaz. Bütün büyük, öncü sanatçılar, sanatsal deha ve yeteneklerini, bir yaşam felsefesiyle donatmış, kendine ve insanlara yeni bir yol, bir yön, bir bakış açısı gösterebilmiş, eleştirel bakış açısına sahip, entelektüel ve insancıl sanatçılardır. (Yo Yo Ma, Cem Karaca, Ruhi Su, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Joan Baez, Neşet Ertaş, Leonard Cohen, Sting, Bruce Springsteen, Robin Williams…)
Lütfen sanat/çı ruhunla beraber her daim dil ve düşün evrenini geliştir, zenginleştir, paylaş, çoğalt…DÜNYAYI SEN DE BÖYLE DEĞİŞTİR-DÖNÜŞTÜR(ECEKSİN)!

İnsan sadece hissettiği ancak bilgisine sahip olmadığı bir şeyi de adlandırıp, tam olarak ifade edemeyebiliyor. Örneğin benim bir klasik müzik ve caz aşığı olup, müzikolojik açıdan bilgisine sahip olmadığımdan dolayı bazı şeyleri tam ve net açıklayamayışım gibi, maalesef... Umut’un (Umut Sağlam) çello çalışına bayılıyorum, birçok hocası ve dinleyiciler ve tabii izleyiciler gibi de aynı zamanda. Çünkü Umut’u sadece dinlemiyor, aynı zamanda onu izliyorsunuz da. Umut çalarken, genç ve enerjik bir genç adamın, ruh ve akılla içindeki vahşi atları sakinleştirmeye, dizginlemeye çalıştığı, dağınık zihniyle odaklanmak isteyen, buna çalışan hali sahnede!

Biz öğretmenlerin, eğitimcilerin; benim gibi kendini mesleği/branşı aracılığıyla gençlerin kendi geleceklerini kendi elleriyle inşa etmesi; bilgi ve fikir sahibi, sorgulayan, çalışkan, üretken, yaratıcı ve de en önemlisi onurlu bireyler olmaları için adamış öğretmenlerin, sizlerin hakedilmiş en güzel yerlerde olmanızdan ve bu dünyayı daha umutlu ve yaşanılabilir bir yer haline getirdiğinizi görmekten başka bir dileği olamaz ki!

Sevgili Umut, sen ve tüm öğrencilerimin şu an oldukları; mutlu oldukları yerde olmalarında bir nebze de olsa katkım/payım varsa, olabildiyse ne mutlu bana…O vakit ömrümü boşa harcamamış olduğumu hissedeceğim birazcık daha…
Yolun açık olsun…

Language is thought, opinion, idea; is MIND! Music is soul; heart! Neither a soul without mind, nor a mind without soul can be truly whole and complete! The language(s) we use are our thoughts and mind; and the artists /art people changed/transformed by these opinions/mind are those who become gigantic on the stage fusing their souls with arts/music and able to be themselves! So, the artist who does not read, learn, question; who lack the inexhaustible love and curiosity towards life and the universe; who neglects to improve him/herself intellectually and express him/herself with a linguistic profoundness, cannot be whole and complete; genuine and profound. All the esteemed, pioneer artists are those who decorate their artistic genii and talents with a life philosophy, those who could/can lead new paths, directions, new perspectives to themselves and all people, who have critical thinking, and are intellectual and humane people. (Yo Yo Ma, Cem Karaca, Ruhi Su, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Joan Baez, Neşet Ertaş, Leonard Cohen, Sting, Bruce Springsteen, Robin Williams…)

Please, within your art/istical soul, improve, enrich, share, enhance your own linguistical and intellectual universe forever…YOU (WILL) CHANGE-TRANSFORM THIS WORLD AS SUCH!
One may not be able to express something fully if s/he does not have the knowledge of it but only sense! For example, me being a lover of classical music and jazz, but do not have the musicological knowledge to clearly and fully express my opinions on it, unfortunately…However, I love the way Umut (Umut Sağlam) plays the cello; just like his other teachers and audience, as well as the spectators. As you, not only listen to him play the cello but also watch him play! When he plays, you (we) watch a young and energetic man trying to hold and calm the wild horses inside him with his mind and soul, and as a scatterbrain to focus on the stage…

What more could “we”; educators; -me, myself in particular-, who devote their lives to their students to make them construct their own future with their own hands; become knowledgeable and cultivated, questioning, hardworking, productive, creative and the most important of all honorable individuals; mind and soulful human beings within our occupation/branch, wish for our students than to succeed being at the best and well deserved places and see you make this world a more hopeful and livable space!

Dear Umut, if I (could) have even a little bit of a contribution/share where you and all my other students are and happy, then I may think/consider that my life has not been misspent...

All the best…May the force be with you! ;)

6 Nisan 2017 Perşembe

Akustik Gölge Oyunları...


                                                                                                                                             
                                                                                                                            Fotoğraf temsilidir!!!
            Aslında tabii şanslı (!!!) ve pek aşırı fazla kısmetli bir insan olduğum malumunuzdur! Beni tanıyan herkesçe bilinir…Gerçekten bilinir! Bir mıknatıs gibi adeta, ilginç (!!!) herkesi ve her şeyi kendime çekiveririm! Tıpkı dün gece olduğu gibi…
Yaklaşık bi üç beş yüz yıldan sonra ilk defa bir yere gidip, insan içine karışmaya, bir sosyal insan; kentli aktivitesi yapmaya karar verdim. Karar verdim derken, öyle kolayca olmadı tabii bu kararı vermek, baya tüm gün bildiğiniz gitmek ve gitmemek arasında gittim geldim. Ama neticede artık eninde sonunda bir kentli ve bir sosyal hayvan türü olduğumu ve bu sosyalleşmenin bana iyi gelip, normalleştireceğini kendime telkin ederek gittim. (Kalabalıklar ve insanlar beni korkutuyor da!)
            Uzun zamandır benim gibi motorcu olan ve ortak tanıdığımız birçok kişi tarafından “kesin tanışmam gerektiği” söylenip duran, fakat benim motorcu sosyal aktivitelerine de katılmıyor olmam sebebiyle bugüne kadar maalesef gerçekleşmemiş olan tanışmamız, dün akşamki “iş sanat akustik” konserinde vuku bulmuş oldu! Tabii bu tarz müzik yapan birinin “iş sanat” salon ve sahnesinde nasıl, ne menem bir sahne yapacağını da ayrıca merak etmiyor değildim!
          Hayko Cepkin’i hayatımda ne canlı, ne de bir mecradan dinlememiştim hiç. Sert müzikler yaptığını bildiğimden, daha doğrusu duyduğumdan ve ben de sert müziklerden pek haz duymadığımdan böyle bir tanışma yaşanmadı aramızda daha evvel! 
Ha, ANNNNCCCCAAAKKKKK, sosyal konularda, özellikle çocuk ve hayvan hakları/ yoksunlukları konularında duyarlı olduğunu da çokça duymuştum! O ayrı.
         Neyse, önce konserdeki kişisel deneyimimden ve düşüncelerimden sonra da naçizane 1-2 gözlemimden bahsedeyim isterim. 

Dediğim gibi pek bir kısmetli bir insan olaraktan ben “hafta içi boş olur aaaamaannnn, kapıdan alırsın bilet” diyenleri dinleyerek girişte ancak kalanlardan bir bilet alabildim ve tabii ilk golü yemiş oldum! Ayrıca meğer açık “tribüne” düşmüşüm de haberim yokmuş! Soluma oturan heyecanlı fanatik, telefonunun duvar kağıdından bilmemnesine kadar her şeyi Hayko donatılmış kızceğiz sayesinde tüm konser benim için Haykodan daha çok onun konserine dönüştü diyebilirim!
Olayın ne derece çığrından çıkacağını Hayko daha ya ilk ya ikinci olarak söylediği şarkı nakaratında “ben insan mıyım?” diye sorduğu anda “Hoooaaaayyııoooorrrrrr! Deoooğğooiiiilllssssıooooonnn!” diye böbreklerinden fışkırırcasına bağırmasından anlamalıydım! Sonra neredeyse tüm şarkıları kulak mememin 4 santim, -kısa süre sonra zaten uyuşmuş olacak olan- sol beyin lobumun da 5 santim uzağında, yanaklarıma yağmurlar yağdırarak, üzerinden çıkarmadığı kalın parkası altında zıplayıp bağırırken hunharca coşan adrenalinlerince tetiklenen, tetiklendikçe burnumu da beynim gibi felce uğratan vücutsal bakterileriyle, şarkıları yarı oturur yarı ayakta vaziyette ve hani şu “zalimin zulmü varsa sevenin aaollllaaahııoooııooo vaaaarrr!!!” nakaratını her söylediğinde coşarak ve kollarını uzatarak kalın sesle bağıran bir dinleyici-katılımcı halleri vardır ya, işte aynen ve hep öyle söyleyerek, beni “burutalca” hayattan bezdirdiği bir hayli vakit geçirdikten sonra, ona “bizim de Hayko’yu azıcık, ama azıcık dinlememiz için müsaade etmesi için” ricada bulunmamın ve dünyaya geri çağırmamın imkansız ve de haksızlık olacağına karar vererek, kendimi ondan uzaklaştırmaya karar verdim, koridorda yere oturmayı göze alarak! (Dünya varmış yav!) 
Sonrasında rahatça ve sesleri güzel güzel, olması gerektiğince işitebilerek ve hissedebilerek izledim ve dinledim performansın kalan kısmını.
     
          Birkaç şarkı ve aralarında sabırla ve nezaketle cevapladığı bir sürü soru karşısındaki tavır ve duruşu çok etkiledi beni doğrusu! “Doğru” bir insan olduğu düşüncesi iyice pekişti zihnimde. Bilgi ve tevazu sahibi olması ve “deli postuna bürünmüş bir kuzu” olduğunu hissetmem ve kendimle biraz (!!!) da benzeşim kurmam da ayrı bir yanı. Bir yandan içinde koşan atları dizginlemeye çalışan bir enerji bombası, diğer yandan içinin sakin, dingin ve odasına kapanmış ruhuyla bunu zaten doğal olarak yapagelen bir olgun deli adamdı gördüğüm! Bir seyircinin “bizi bir hüzünlendiriyorsun, bir kahkahalara boğuyorsun, bir karar ver”, diye eleştiri yönelttiği Hayko, işte bence tam da bu insan…Tüm kalbi ve ruhuyla “insan”a inanmak, güvenmek isteyen, “sevgi şefkat, huzur olsun yeter şu hayatta, rahat rahat insan gibi müziğimizi yapalım yahu” diyecek, ancak dünya ve kanla yazılan bu rezil mütekerrür tarih gibi ve onun yaşayan bir parçası olarak kahrolan ve kahroldukça kapanan… 
(Sorulardan birinde de on bin milyonlarca film arasından Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve Perfect Sense filmlerini bir çırpıda saymasıyla yaşadığım tesadüfe de şaşırmadım değil!)
          Konser salonunda her yaş ve sosyo ekonomik katmandan insana rastlamak mümkündü. Bu beni oldukça şaşırttı diyebilirim; bu denli sert müzik yapmasına ve “marjinal-orijinal” olmasına karşın özellikle çok sayıda çoluk çocuklu aile, yaşlı/olgun dinleyiciler, muhafazakar görünümlüler (böyle nitelemeyi doğru buluyorum çünkü kimsenin göründüğü gibi olmadığı ispatlı!), hippiler; yuppiler…herkes…
Peki tüm bu farklı insanları bir araya getirebilen ne? (Ey Sanat sen nelere kadirsin!) mi? (Keşke çocuklar kadar; çocuklar gibi önyargısız, saf ve samimi olabilseydik, onlar gibi “eğitilip-öğretilene dek tabii!!!” “ötekileştirmeyen, dışlamayan, yaftalamayan…!” Acaba o zaman mı bir arada ve insanca yaşayabilirdik?Eminim toplumsal ve hatta küresel boyutta birçok sorunu ve kötülüğü de çözebilirdik o vakit!) 
Ve evet, tabiat anamızın verdiği her şey kabulümüzdür…Ama insan eliyle getirilmeye çalışılan “son”lar değil düşüncesiyle de hemfikir olmamak mümkün değil!

           Glokal olmak konusundaki düşüncelerini de ayrıca beğendim, zira bence de özgünlük ve “world” müzik olabilmek bu olmalı derim! Sanırım yıllar önce Anadolu rock yapanların da amaçladığı buydu. 
Seslendirdiği kendine ait şarkılara, bir Hayko Cepkin kültürüm olmadığından maalesef eşlik edemedim, ancak Selda Bağcan şarkısında da (yuh yuh’ta elini görmedik sanma! ), Moğollar’da da yorumuna bayıldım…Ve Cem Karaca ile de altın vuruşu yaparak beni benden aldı diyebilirim! Edip Akbayram’ın Aldırma Gönül’ünde de gözlerimin dolup dolup taşması da cabası… 
          Benim için –bir kısmı malum sebeplerden zor geçmiş olsa da- çok güzel bir müzik ziyafeti oldu. Ekibindeki basçı Poyraz Kılıç, baterist Murat Cem Ergül, elektro gitarist Özgür Özkan ve akustik çalışmalarında yollarının kesiştiğini belirttiği kabak kemaneci Cafer Nazlıbaş ve neyzen Burak Malçok’un performansları da –gitarist Özgür’ün haliyle biraz sıkılıyor olduğu gözlense de- çok başarılı (aslında müzisyen değilim ve başarıyı değerlendirecek yetkinlikte de olmadığıma göre haddimi bilip geri alıyorum ve bence “güzel” diyorum!), uyumlu ve özgündü!  

          Konser çıkışı akşamım, “Kocaeli dönüşü Şebo arkasından kurtulan motorlu Hayko efektiyle” ve aylar aylar sonra Boğaz köprüsünden ilk defa (!!!) geçmenin heyecan ve tuhaflığıyla “vvviiiisssssssuuutttt, çıpt” diye eve varmakla taçlandı…
Konserde fotoğraf ve video çekmek, kayıt almak konusunda uyarı yapıldığı ve ben -kesinlikle şarjım bittiği için değil efeniiim- duyarlı (!!!) ve iyi bir yurttaş olduğumdan, uyarıya kulak astım ve sahne fotoğrafı almadım hiç! Mükemmel ama mükemmel sahne ışıklarına ve gölgelere direnerek hem de! Işıkları dizayn edenlerin de ayrıca ellerine sağlık demeliyim!!! Ancak eve gelince anladım ki, 500 kişilik salonda ben hariç salondaki muhtemel 499 kişi tüm konseri kayt-u rapt altına zaten almıştı bile! Ama ben yine de tabii ki temsili fotoğrafı kullanıciim! (Üstün sanatsal yeteneklerimi konuşturmuşum o kadar, kullanmamayım mı?)

Yüz yüze tanışıp konuşamamış olsak da, sanırım motorcu arkadaşlar haklıymış, tanıştığımıza memnun oldum Hayko!

Çok severseniz ve çok sahiplenecek sevgileriniz olursa, o kadar çok da kaybedecek şeyiniz olur!  

Lakırtı kavafı g.

Mazi kalbimde bir yaradır...νοσταλγία...

Her şey gece gece Çiçek Pasajı'nın Madam'ının; Madam Anahit'in fotoğrafını bir internet paylaşımında görmemle başladı... Tüm yorgunluğuma ve uykusuzluğuma rağmen yine gece gece uykum dağıldı gitti, canım yarın işe gideceğimi umursamazcasına kalkıp bir rakı doldurmayı ve "Yıldızların Altında"yı koymayı istedi...(Sanırım Madam'ın neredeyse her gece mutlaka birkaç kez çaldığı şarkı buydu, hafızam beni yanıltmıyorsa... Neyse...) Ve neredeyse yapacaktım da... Ama yapmadım... Ama rakı kısmını yapmasam da bu uyuyabildiğim anlamına gelmiyor tabii ki...
Başımı yastığıma geri koymamla, geçmişin kapıları yeniden ve bir bir aralanıverdi zihnimde. Yıllardır çok ama çok özlememe rağmen, sadece belki 1 belki 2 defa Galatasaray'dan Tarlabaşı yönüne doğru çaprazlama yolunu kullanmak dışında, İstiklal Caddesi'ne adımımı dahi atmadım, ve atmayı da artık düşünmüyorum. Net!
O kalabalık, o keşmekeş, o gürültü kirliliği değil bombardımanı, gün geçtikçe daha kaotik ve niteliksizleşen herşey, etrafta beni sarıp sarmalayan, içime dışıma ister istemez nüfuz eden korkunç ve beni tümüyle yabancılaştıran kokular, sesler, yüzler; kültür, her şey ve hepsi... Çok yorucu, çok zor ve çok farklı... Eksik çok eksik... Yenilmiş ama inkârda... tükenmiş... Artık geçmişten kalan, kendi geçmişiyle tek ortak özelliği insanları çeken, merak uyandıran o coşkusu... Ama ben artık buna "coşku" demiyorum... Eski sihri, zerafeti, güzel olan hiçbir şeyi, neş'eli nazik duyarlı insanları, güzel müzik ve kokuları, güzel kadınları ve güzel adamları, güzel içki sofraları olmayan; deşarj olmaya gelmiş, değişik, görmediği bir şeylerin; ama her ne olursa olsun bir şeylerin arayışında buraya sürüklenmiş, görgüsüz, alışveriş çılgını güruhların mesken tuttuğu bir başka yer artık orası; bizim; benim İstiklal'im; benim Peram değim...
Şanslıydık biz yine de; biz bile; şunca tevellütümüze rağmen... İşten çıkınca şöyle bir tünele doğru, ya da aşağıdaysanız ya yukarı meydana ya da Galata'nın ara sokaklarına doğru bir gezintiye çıkılırdı... Herkes nerede ne bulacağını ne yiyeceğini bildiğinden oralara doğru yönelirdi, tanıdık yüzlerle sarmalanırdınız, kentin başka bölgelerinden gelen bir sürü "kentli turist", bir sürü "yabancı turist" bile bunu değiştiremezdi... Genelde selamlaşır, ayaküstü hal hatır sorardınız. Güzel kokular gelirdi, güzel müzikler, insanlar birbirleri ve telefonlarıyla bağıra bağıra konuşmazlardı. Kimse kimseyi ses gürültüsü ya da bakışlarıyla dahi rahatsız etmezdi, işte bu yüzden herkes rahat ve özgür hissederdi, çünkü insanlar orada birbirlerine "saygı" duyarlardı...Ne büyük, ne önemli şey aslında değil mi saygı, ve en büyük eksiğimiz günümüz toplumumuzda??!!! Neyse... Bu bile bizden büyüklere göre Pera'nın "artık bozulmaya başlamış" halleriydi, ki şimdi bunu mumla arasak bulamayız bence...
Biraz turlamak ve sosyalleşmek bittiğinde ve artık açlık bir güzel bastırdığında, ya doğrudan meyhaneye, ya da önce lokantaya, ardından meyhaneye, şarapevlerine gidilirdi, oralarda toplaşılırdı...
Uzun dost muhabbetleri, atışmalı çekişmeli ama hep dostça ve saygılı politik sohbetler, gecenin ilerleyen vakitlerinde şiirler, anılarla; peçetelere yazılan çizilenlerle ve kimi zaman da duygusal gözyaşlarıyla yer değiştirirdi. İnsanların hala yürekleri, duyguları, inandıkları değerler, bilgi ve birikimleri ve bir duruşları, onurları vardı...
Çiçek Pasajı'ndan, durmasanız da, geçilir, tanıdıkların halleri hatırları sorulurdu. Erken vakitlerde pasajın giriş ya da çıkışında taburesinde oturan, daha rakısını yudumlamamış, havasını bulamamış Madam Anahit otururdu. Hafif hüzünlü, hafif hınzır, hafif çapkın, hafif aksi; fakat her daim ölçülü, her daim gururlu bir duruşu vardı. Aksiliği de karşısındakinin samimiyetini, sevecenliğini sezene kadar sürerdi. Bu onun "değişen, dönüşen ve evrilen, ama maalesef çirkine doğru" insanlara ve ortama karşı ördüğü bir koruma duvarıydı. Yine de bu duvarları aşmak o kadar kolaydı ki, çünkü inanmak isterdi, insanların hala "iyi" olduklarına... Hala bir çoğumuzun istediği; özlediği; inanmak istediği gibi... Madam'ın hikâyesini genel hatlarıyla hemen her müdavim bilirdi, ama tabii kalbini, ruhunun derinlerini, özünü kim tümüyle bilebilirdi ki...
Çiçek Pasajı geçildikten sonra Nevizade'den şöyle bir süzülünür, sonra da Balık Pazarı'nın içinden mis gibi taze sebze, meyve, balık kokuları arasından Pano'ya şarap içmeye, Cumhuriyet'e, Yakup'a, Refik'e, İmroz'a rakı ve sohbete gidilirdi... Kimse yürürken omuz atmaz, kimse yanınıza ilişip kulağınıza "şu var, bu var, ister misin abla, abi" diye fısıldamazdı, otoparkçılar kolunuzdan çekiştirmez, kimse çantanızı, cüzdanınızı da çarpmazdı...
O akşamki mekânınıza karar verilmiştir önceden çünkü sonra sokaklara çıktığınızda bunu değiştiremeyeceksinizdir, çünkü cep telefonu yoktur, karar verilip çıkılmalıdır bu yüzden. Ancak kimse ne geç kalır, ne de mekânı bulamamazlık eder... Oturduğunuz yerde garsonlar yabancı değildir, hepsi tanıdıktır, hepsi halinizi hatrınızı sorar, siz de onların çoluğunu çocuğunu sorarsınız; her hafta değişmezler, suratları beş karış değildir ve tabakları-bardakları suratınıza fırlatırcasına koymazlar masanıza... Servisinizi de ne size sormadan yaparlar, ne de siz isteseniz de yapmadan sıvışırlar...
Ne masadaki kadınlar etraftaki kimseden ne de masalar birbirlerinden rahatsız olmazlar. Kimse bağıra bağıra konuşmaz, ortalığı bir boğuk gürültü kirliliği ve rahatsızlığı sarmaz, arkadaki hafif müziği dahi hep işitirsiniz... Herkes "ağzıyla" içer! Yani çoğunlukla... Ve herkes girdiği adapla çıkar. Müessese taşkınlığa, başkalarının rahatsız edilmesine müsaade etmez. Hesap da beklediğinizin on katı gelmez asla! Di…
Çıkışta yine yavaş yavaş boşalmaya başlayan Çiçek Pasajı'ndan geçilir, girişindeki ayakçı birahanesi'nde son bir yolluk bira atılır ve yürümeye devam edilir, evlere, dolmuşlara, otobüslere doğru...
Erkekler genellikle kadınlara evlerine dek eşlik ederdi; cinsiyetçiliklerinden, maçoluklarından, feodal ya da seksistliklerinden değildi; "bu böyleydi" ve "böyle" de "güzeldi"...
Şimdi sadece düşünmek ve özlemek kaldı… Nostaljinin fazlası da zarardır evet, geçmişte kalınamaz, sürekli değişen ve devinen bir dünya var, ve bu iyi aslında, her şeyin her daim aynı kalmasındansa…

Ama neden herkes, hepimiz eskiyi özler haldeyiz? Şimdi’de; bugün’de eksik olan ne? Ve hiç kimse bu yöndeki bu değişimden memnun değilse neden buna bir son verilmiyor? Bunu kim yapıyor? Neden yapıyor? Neden bu şekilde evriliyor hayatlarımız ve yaşam alanlarımız?

Sorular bitmez… Yazı artık biter, bitsin…

Merhaba E.T. :) 

Lakırtı Kavafı…



17 Aralık 2016 Cumartesi

Belki de...



     Türkiye'de, özellikle de doğduğum ve yaşadığım kent olan İstanbul'da da gözlemlediğim ve sormadan edemediğim bir soru var; bu kentsel dönüşüm hikayeleriyle zihnimde daha da körüklenen! 
Bu ülkede insanlar "ev"lerini bir yuva değil de, bir "çatı", bir "başlarını sokacak bir yer işte" olarak mı gördüklerindendir ki; sanki hiç kimse evinde duramıyor, durmak istemiyor, sıkılıyor, bunalıyor, üstelik güneşli havaların sıcak cazibesi dışındaki günlerde de bu böyle! Her daim, tüm sokaklar, caddeler, avm'ler, kafeler, restoranlar; her yer ama her yer tıka basa dolu! Herkes hep evinin dışında! 

     Bir anda kentsel dönüşümde yıkımına şahit olduğum o ilk bina geliyor aklıma...Sahiplerinin yıkılsın da bir an evvel yeni ve daha güzeli; "akıllısı"; daha "değerlisi" yapılıp bitsin diye hızlıca boşalttığı, ve ertesi sabah erkenden; ve derhal yanında bitiveren o koca iş makinalarının kararlı ve sert, çarçabuk ve hatta alelacele, nefes almaksızın, bir günde yıkıp, yerle yeksan ediverdikleri o koca binanın 50-60 mazisine şahitlik etmiş, yapıldığı zaman daha o da yepyeni, taptaze, güpgüzel ve tertemizken oturmaya başlamış, bu yıllar boyunca bir hayat biriktirdikleri bu binadaki "yuva"ları, iyisiyle-kötüsüyle nice yaşanmışlıklarının izlerini, hatıralarını taa içinde saklayan bu yapı, işte tam da o gün yıkılıp, yok ediliyordu. Tüm yaşanmışlıkları da o yapıyla birlikte yıkılıp tarihe gömülüp gidiyordu; işte tam da o anlarda...

     Ve benim çok tuhafıma gitmişti; tüm bunları yaşayan o hane halklarından bir tanesi, ama sadece bir tanesi bile, gelip şahit olmak istememişti bile buna, bu an'lara! Bense penceremden o canavarca ve bence çok ama çok hüzünlü yıkım sürecini gün boyu ve de  gözlerim dolu dolu seyretmiş, fotoğraflarını çekerek belgelemiş -belki de içten içe "belki bir gün biri merak eder, hüzünlenir, pişman olur da görmek isterse" diye- ve belki de ben "o yıkılan anıları kendime anı devşirmişken", neden bu yaşanmışlıkların asıl sahiplerinden biri bile bu "anılar cenazesine" gelmemişlerdi? Gerçekten anlayamamıştım...
Ve üzerinden yıllar geçip, hala tüm hızıyla devam eden bu yıkımlara bir kez dahi anıların esas sahiplerinin şahit olmak için geldiklerini görmedim...Ama nasıl olurdu?

     Bu evde ilk çocukları; belki de torunları doğmuştu; yaz akşamları dostlarıyla paylaştıkları serin balkon muhabbetleri -ki artık yeni yapılardaki mimari buna kesinlikle izin vermeyecek şekilde balkonsuzken; yani net bir şekilde artık eski dostlukların ve uzun yaz sohbetlerinin, bahar akşamlarında omzunuza bir battaniye alıp sevdiğinize sarılarak hayaller kuramayacağınızın, bunların artık yapılamayacağının net mesajıyken bu-, ilk otomobillerini arka bahçesine çekip, gece uyanıp uyanıp yerinde mi diye gözetlemelerini, ilk telefonlarının bağlanıp; başka öte kentlerdeki sevdiklerinin seslerini evlerindeki koltuktan kalkmadan "yan yanaymış gibi" işittikleri; onlarla kah güzel, kah hüzünlü haber ve olayları paylaştıkları günleri, belki o evde kızlarının gelip istendiğini, o evde gece geç vakitlerde oturup; çocuklar yattıktan sonra fısır fısır aile ekonomisini; memleket ahvalini konuştuklarını; o evde darbe ve ateşli tartışmalara şahit olduklarını; tek kanaldan haber ya da ailece radyo tiyatrosu dinlediklerini, o evde bir plak koyup gülümseyerek müzik dinlediklerini ve hatta bir çılgınlık yapıp salonun ortasında dans bile ettiklerini, o evde bahar temizlikleri yapıp, heyecanla misafirlerini, komşularını, bayramları beklediklerini...Nasıl unuturlar? Nasıl ama nasıl bir buldozer bunları gömerken çoktan sırtlarını dönüp gitmiş olabilirlerdi ki?

     Benim ailem, mülksüzleşme; ya da mülklenmeme yanlısı olduğundan, bizim kendimize ait bir "ev"imiz olmadı. Çok sık değilse de, yıllar içinde aynı mahalle, aynı çember içine ama değişik evlerde oturduk. Kendi içinde çok da uzun olmayan ama en azından "mekansal olarak ait" bir yaşantımız, bir tarihçemiz oldu. Arkadaşlarımın birçoğu da benim gibiydi; yani evleri kendi mülkleri olsa dahi, buradaki tarihleri 20; 30; en fazla 40 yılı geçmezdi onların da! Yurtdışından ve yabancı çok arkadaşım olduğundan ve mekan, aidiyet; ev; yuva, mimari gibi konularda konuşmayı çok küçüklüğümden beri sevdiğimden, konu hep dönüp dolaşır buna gelirdi. Ve birçoğunun yaşadıkları evden; "bilmem kaç yüzyıl önce bu evi dedemin dedesi falan filan "kendi elleriyle" yapmış, dedemin babası, dedem, babam, ben bu evde doğduk, yakında çocuğumuz da burada doğacak", diye anlatmaları, bana inanması güç ve fakat büyülü bir öykü gibi gelirdi. Üstelik de gerçekti, ve tek de değildi; birçoğu da böyleydi...Ne güzeldi...Ama ne güzel...İnsan imrenmeden edemiyordu...Ya da en azından ben...Böyle bir hayatın nasıl olabileceğini düşünürdüm, kafamda tasavvur etmeye çalışırdım acaba böyle bir hayatın beni mutlu edip etmeyeceğini...Ama güzeldi...İnsana huzurlu bir aidiyet duygusu ve tarih sunardı...

Yine bugün bir "yuva" yıkılıyor, burada oturduğum binanın bitişiğinde. Doğrusu dozer darbelerinin oturduğum koltuğu dahi sarsabilecek raddede kuvvetini hiç bu kadar yoğun hissetmemiştim! 
Yine hunharca gürültülü ve çarçabuk!
Yine kimsecikler yok sakinlerinden, terk edip gitmişler bile! 
Sadece yıkıcılar, çamur, toz toprak taş, yoğun bir rutubet kokusu ve gürültü! Sabah daha gün aydınlanırken başlayan ve uyandıran; gece neredeyse yatma vaktine dek süren, bitmek tükenmek bilmeyen gürültü! 
Bu koku yıllarca biriken; kokusu artık duvarlara sinmiş gözyaşlarına ait belki de, ya da yağmurlara...

Yine herkes sokakları doldurmuş hınca hınç.
Ve ben evimde düşünüyorum tüm bunları....başım ağrıyor artık...vesaire, vesaire, vesaire...

onyediaralıkikibinonaltıcumartesi....gökçe...

1 Nisan 2015 Çarşamba

Memleketten bir "karanlık" gün manzarası daha! 31 Mart 2015’e dair…

     Sabah erkenden elektrikler kesilir. Ve biz sadece kendi evimizde, ve önceden de kesinti duyurusu yapılmadığına göre kısa süreli bir kesinti olacağını düşünürüz. Sonra 1-2 saat içinde bilgisayarlar açılmayıp, telefonlar çalışmaz hale geldiğinde, dört bir yandan gürül gürül çalışan jeneratörlerin sesleri birbirine karışıp, kulaktan kulağa tüm ülkede ansızın elektriklerin kesildiği, metrolarda, marmaray’da ve tüm toplu ulaşımda insanların mahsur kaldıkları, hayatın durma noktasına geldiği; -ki bizimki de kendi mikro ölçütümüzde durdu-, karanlık ve enerjisiz evlerimizden enerji arayışıyla çıktığımızda, daha da öteye gidip bunun bir “dış mihraklı” siber saldırı (!!!) olduğu ve hatta borsanın filan çöktüğü fısıltıları yayılmaya başladı etrafta…
     İnsan düşününce; düşününce diyorum; ki yani bu eylem; yani düşünmek ve sorgulamak diyorum, insanı bir nebze de olsa bir noktaya eriştirtiyor, götürüyor ne de olsa!
Koskoca ülkenin enerji kaynağı bir anda ve sebepsizce kesiliyor! Kimse buna bir anlam veremiyor; bir açıklama getirmiyor; getiremiyor; hükümet, bakan, yetkililer; hiç kimse! Halk da mütemadiyen kendi senaryolarını yazıyor haliyle. Tek bir gerçekliğimiz var; koskoca ülke elektriksizliğe ve hayatın donakalmasına öylece teslim oluyoruz.
     Akkuyu Nükleer Santrali’nin temellerinin atılmasına sayılı günler varken (ki bugün yani 1 Nisan’da da Sinop nükleer santral anlaşması mecliste onaylandı!); tüm medyada ve televizyonlarda bile çiklet reklamı yaparcasına nükleer enerji santrali ve bu “temiz ve müthiş” enerjiye ne kadar da çok ihtiyacımız olduğunun çığırtkanlığı yapılırken bas bas; ve de dünyanın nükleerde en ileri teknolojilerine sahip Rusya ve Japonya’nın Çernobil ve Fukuşima faciaları yaşanmamışçasına; hâlâ ve muhtemelen önümüzde yüz; hatta bin yıllar boyunca artıkları ve sebep oldukları illetler bile insanların canlarını almaya devam edecekken; Türkiye’de madenlerde ve hafif ve orta sanayi’de dahi her gün onlarca işçi canını kaybederken; ve bu tedbirsizlik ve ölümler umursanmaz ve üzerleri kapatılırken, tüm bunlar da belleklerden silinmeye çalışılıyor! İnsanların algısı yönetiliyor! Bir mühendis gibi; bilgisayar programcısı gibi insanların; halkın beyni kodlanıyor!

     Bir ÜLKE; TÜM günü elektriksiz geçiriyor, akşam olup, şehirlere parça parça elektrik veriliyor, enerji değil, eğitim bakanı (???) açıklıyor; açıkladığı ise ne “olduğunu bilmedikleri”! Türkiye’de elektrik üretiminin “% 55'i doğal gaz ile sağlanıyormuş*” (dışişleri bakanlığı verilerine göre %44,71) ve eğer bu rakam doğruysa, Türkiye'nin enerjideki bağımlılığı kesintiden daha korkunç demektir!
Ve birinin/birilerinin parmağının ucunda tüm ülkenin enerji işleyişi! İşte bu “özelleştirme” ve “dışa bağımlılık” o kadar “mükemmel bir şey” ki, sayesinde istedikleri anda elektrik ve “özel-leşmiş” tüm diğer kamu hizmetleri ve enerji kaynaklarımız; hayati hizmet ihtiyaçlarımız, her şeyimiz kesilebilir, durdurulabilir, elimizden alınabilir… Ve biz halk olarak buna hiçbir şey diyemeyiz; ve dahi devletimiz de bir açıklama bile yapmayarak; YAPAMAYARAK; “koskoca devletliklerinden” bile utanmadan bu aleni “suç”a, duruma bir şekilde ortak olurlar!
     Ülkede hayatın durmuş olması, hiçbir şeyin; ulaşımın, üretimin, iletişimin, erişimin; hiç ama hiçbir şeyin işlemeyişi; ülkenin maddi kaybı, belirsizlik, her şey cevapsızca; birer muamma gibi ortada öylece; açıklamasız, izahsız-özürsüz-istifasız bırakılırlar; hiçbir şey olmamışçasına! (sanki daha evvel layık ve sebep oldukları itibarsızlıklarla cezalandırılmışlardı ya da istifa etmişlerdi de, biz de onur, vicdan ve ahlâk bekliyoruz ya, neyse!)
     Sonra biz hâlâ anlam veremediğimiz elektriksizlikle, hayatımızı ve işlerimizi sürdürebilmek adına çözüm yolları üretmeye çalışırken, Avrupa’nın “en büyük ADALET SARAY’ında”, bir savcı; Berkin Elvan davasının 5. Savcısı, Mehmet Selim Kiraz, DHKP-C’li faillerce rehin alınıyor. (Ve akşam bir operasyonla bu son buluyor ve gece savcının öldüğü haberi veriliyor VE bugün yani 1 Nisan 2015 Çarşamba günü de savcı otopsi yapılmaksızın –ya da kamuoyu ile buna dair bir bilgi paylaşılmaksızın, iktidar tarafında olmayan basının büyük kısmı cenazeye de alınmaksızın- toprağa veriliyor.)
Olay süresince kamunun bilgi alma hakkı, mahkeme kararı olmaksızın, başbakanlık yazılı istemiyle engelleniyor! Haber yasağı ve sansür getirilerek, yine halk süreçten kopartılmaya, bilgi edinme hakkı engellenmeye çalışılıyor. Nitekim başarılıyor da!

     İç güvenlik yasasının çıkması ve bu dengesiz ve çarpık yasaların onanmasını ve kutsanmasını sağlayabilmek; bunun için polisi övmek ve adalet mensuplarını; savcı, avukat ve hâkimleri itibarsızlaştırmaya çalışmak; -zira müzakere için Gezi davasında hükümetin karşısında yer almış olan Baro başkanı Ümit Kocasakal talep ediliyor (ve tabii müzakerede “başarısız” oluyor ve faillerin avukat oldukları öne sürülerek)-; daha evvelkiler değil, Gezi sürecine ilişkin belki de azıcık daha objektif olabilecek ve birilerini-bir şeyleri deşifre edebilecek/etmeye çalışacak/kurcalayacak şimdiye kadarki belki de tek savcı olan Mehmet Selim Kiraz “seçiliyor” kurban edilmek üzere!
     Tüm gün kılına zarar gelmeyen savcı, (olay sonrası emniyet müdürü açıklamasında “bir el silah sesi duyuldu ve polis operasyona başladı”, der) operasyonun sonunda “teröristlerce” sıkılan 5 (!!!) kurşuna maruz kalmış ve ağır yaralıdır, teröristler öldürülmüş; operasyon “başarıyla” sona erdirilmiştir! Yazık ki, kısa süre sonra savcı da hayatını kaybedecektir. Ve herkesin ölmesi başarı sayılmaktadır! (Yine ne Gezi’ye dokunulabilecektir, ne de “teröristlerin gerçek amacı ve gerçeklikleri” sorgulanabilecektir çünkü ortada kimse kalmamıştır. Ve işin daha da trajikomik bir yanı da, ülkemizin tek başına MİT’liğini, MUHALAFET’liğini yani iktidar karşıtı tüm vazifelerini üstlenmiş “FuatAvni”sinin bunu 2 ay önce “YİNE BİLDİRMİŞ” olmasıdır!)
1 el silah sesinin ardından 5 kurşunla yaralamış savcıdan çıkan kurşunların da incelenip incelenmeyeceği ise elbette şaibelidir! Ve zaten buna dair bir açıklama da yapılmamıştır hükümet tarafından!
     Berkin Elvan’ın adalet hesabının sorulması adına yapılmış bu kadar “iyi niyetli!!!”, bu kadar “devrimci” bir eylemin de; sadece muktedirlerin ve amaçlarının faydasına hizmet edecek bu kadar “kötü” bir zamanlama ve bu kadar “yanlış” bir kurban seçimiyle yapılmış olması da bana çok ama çok tuhaf, müphem ve çelişkili geliyor!

     Sonuç? Ne oldu? Bu “aaağğğııırrrr” enerji ihtiyacımız için nükleerin pek gerekli ve hatta elzem olduğu; Gezicilerin gene görüldüğü üzere ve elbette “terörist ve bölücü” oldukları, polisin yine “başarılı ve takdire şayan” bir “işe” imza attıkları ve İç Güvenlik Yasası’nın ne kadar pek gerekli ve hatta elzem olduğu; ve tabii bu elzem kuvveti yönetecek en az onun kadar mükemmel ve takdire şayan bir “başkan”ın ne kadar gerekli ve hatta elzem olduğu ve iktidar’ın, hükümetin bir savcısını şehit vererek yine “mağdur” duruma düşürüldüğü de seçim öncesi birilerince meşrulaştırılmaya çalışıldı!
Tabii rehin olay’ında yitirilen/harcanan canların yakın gelecekte kime ne sağlayacağı; kesinti sırasında kimlerin bu iniş-çıkışlardan hoop diye kâr edip parasına para kattığı o henüz -ve muhtemelen de hep- meçhul kalacak!

Burası Türkiye! Yersen! :(

Lâkırtı kavafı g.ü.


*veri: Ercan Gün

11 Mart 2015 Çarşamba

Trajikomik bir Kabataş semti hikâyesi…

“Kabataş’ında var bir yılan yalan…”


Bu konuda, bunca zaman, hiçbir şey yazmadım, paylaşmadım, küçücük bir not bile düşmedim ilgili! Bırakın inanılmasını, konuşulması bile normal insan zekâsını küçümsercesine acınaklı, o derece aptalca çünkü! “Kabataş Olay”ından bahsediyorum, evet! 1,5 yıl geçmesine rağmen hâlâ gündemde olup konuşulabiliyor olması trajik ve hüsran verici!
Biri bunu anlatsa ve ardından kuvvetle muhtemel öylece baka kalacak suratıma “1 Niissaaaannn!”, diye haykıracak olsaydı, yüzümü en çirkin mimiğimle donatır ve hiç komik olmadığını söylerdim!
İstanbul gibi 20 küsur milyonluk kentin, en işlek semtlerinden birinin, güpegündüz en yoğun ve kalabalık noktası’nda; cadde’nin kenarı; iskele’nin karşısı; metro’nun çıkışı; durağın da önünde; VE GÜPEGÜNDÜZ, 1 –bir- değil, 3 –üç- değil, 5 –beş ya da 10 –on- değil; TAM 100 –yüz- tane yarı çıplak, diğer yarısı ise deri giysiler içinde erkek; bir kadın ve bebeğini çevreliyor, yetmiyor, taciz ediyorlar, yetmiyor tartaklıyorlar, yetmiyor üzerine işiyorlar!
Ve tam da bu sırada; tüm bunlar olurken, 5 –beş- kişinin yan yana yürüdüğünde “valilikten izinsiz toplanma/gösteri yaptıkları şüphesiyle” durdurulduğu bu kentte, “Polis Akademisi” filmlerindeki meşhur “mavi istiridye bar”ında bile göremeyeceğimiz sayıda deri kostümlü, yarı çıplak, kamçılı mamçılı vahşi 100 –yüz- (!!!) adam şehrin göbeği’nde ellerini kollarını sallaya sallaya, bırakın bir bebekli kadını, bir insana bunları yapabiliyorlar, ve ne yoldan geçen bir insancık durup bakıyor bir şey diyor, ne güvenlikler, ne polisler, ne yoldan geçen arabalar, taksiler, kamyonlar! Allah Allah! Sanki adeta, görünmezler! Hani yani epeyce vicdansız bir toplum olduğumuzu söyleseler kabul ederim de, o kadar da değil sanırım ha! Bugün bile “imdat hırsız” diye bağırdığınızda bir sürü insan adamın peşinden koşar. (Haa, kadın imdat bu adam öldürüyor beni dese, kimse bir şey yapmaz o ayrı ama, hırsız var deyince yine daha bir duyarlılar! Her iki durumdan da biliyorum! Neyse, konumuz bu değil şu an!)
Olayın yaşandığı iddia ediliyor. Onca “korkunç” olayın olduğu tarihten 5 gün sonra polise gidip durumu anlatıyor kadın! Polis tutanak tutmuyor, delil olarak idrarlı kıyafetler filan alınmıyor, adli tıp raporu, kamera görüntüleri, hiç ama hiçbir şey yok! 1-2 “gazeteci”nin, 1,5 yıl sonra bugün yalan söylediklerini itiraf ettikleri ama o gün “biz morlukları da, kamera görüntülerini de; yani gerçekten bu vahşi olayın yaşandığını da gördük”, diye yaptıkları yalancı şahitlikleri var! Bugün pişmanlık diyorlar kendileri! (Biz de tabii hemencecik hoooppp unutuyoruz toplumcana söylenenleri, tanıklıkları…Derhâl affedip, “aaa o kadarcık yalan kadı kızında da olur caanıııımmm, n’olcak”, diyoruz, geçiyor gidiyor!!!)
Olaydan 1,5 yıl geçti, kadın da, politika yapan kayınpederi beyefendi de, avukatları da bunun uydurulduğunu, yalan olduğunu itiraf etmiş olsalar da, o gün o saatte oradaki -ve muhtemelen Avrupa Yakası’ndaki- tüm kamera kayıtlarında her şeyin gayet temiz, süt liman, yaşanmamış olduğu, kadının kocası tarafından birkaç dakika içinde duraktan alındığı görülse de, olayın iç yüzünü anlamak için o gün İstanbul’un o semtinden geçenlerin telefon kayıtlarından; şecerelerine kadar her şey çıkarılmış olsa da ve belki tarihte hiçbir “fail”in ya da olayın bu denli iyi “soruşturulmadığı” düşünülürse, hâlâ bunu söyleyebilenlerden; dinleyebilenlerden; destekleyenlerden; ve en korkuncu da “gerçekten inanabilenlerden” utanç ve dehşet duyuyorum! Böyle bir şeyi uydurabilenlerin ve bunu hâlâ kullananların, kendilerini vakfettiklerini iddia ettikleri “Allah sevgisi ve vicdanından”,  inanan ya da destekleyenlerin de zekâ ve ahlâkından şüphe duyuyorum!
Ve dillendirebildikleri “zengin fantezi dünyalarına” ise güleyim mi, ağlayayım yoksa tiksineyim mi bilemiyorum!
Hiçbir kamera kaydı ya da yalan itirafı olmasaydı hâttâ, böylesi bir hikâyeye gerçekten inandıklarına hiçbir insan evlâdı; hiçbir normal insan zekâsı’ndaki insan evlâdı beni inandıramazdı! Sadece acınacak derecede yardakçı olma zavallılıklarına “vah vah” der ve güler geçerdim.


Yazık, çok yazık…Memleketimiz kimlerin sofralarında paylaşılıyor, ve kimlerin dilinden çıkan bir sözcükle, vicdan ve onur yoksunu o parmaklarının ucuyla bastıkları bir düğmeyle koskoca topluma; halklara; analara, ocaklara ne acılar yaşatılıyor… 

lakırtı kavafı g.ü.

25 Temmuz 2014 Cuma

Motorcu cinayeti üzerine...yirmibeştemmuzikibinondört


İki gün önce Urfa’da vahşi bir cinayete kurban giden iki motosikletçi Engin Öksüz ve Abdullah Türk’ün haberi ulaştı hepimize ve özellikle tabii ki biz motosikletçilere. Şok olduk, içimiz yandı, anlam veremedik, daha da çok üzüldük ve tedirgin olduk.
Öyle çok tedirgin olduk ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya yolculuk yapmayı planlayan motorcu arkadaşlarımız kapıldıkları korku ve tedirginlikle gezilerini iptal ettiklerini duyurdular, paylaştılar, kimsenin de gitmemesinin gerektiği yönündeki duygu ve düşüncelerini paylaştılar.
İşte ben bu noktada hem Türkiye’de bir “kadın”, hem “motorcu” bir kadın hem de bir “gezgin-meraklı” olarak -sanırım hem kentlerde hem kentlerin dışında ve ücralarda/doğada zorlukları en üst düzeyde yaşayanlar grubunun (kadın-motorcu-meraklı gezgin) bir mensubu olarak- kendilerine vazgeçmeyin derim. VAZGEÇMEYİN! Zira genellemelere yenik düşseydik ya da pes etseydik hem bu ülkede yaşayamaz hem de korku imparatorlukları yaratarak insanları caydırmaya çalışanlara yenilmiş olurduk. Yahut yine acı örneklerden genellemelere ulaşılmasıyla ülkemizde vahşice tecavüz edilerek öldürülmüş Pippa Bacca’dan sonra hiçbir İtalyan özellikle kadın İtalyan Türkiye’ye gelmemeliydi, ya da keza geçen sene İstanbul’da öldürülen Amerikalı Sarai Sierra’dan sonra hiçbir Amerikalı, Nevşehir’de öldürülen Mai Kuriharac’dan sonra da hiçbir Japon Türkiye’ye gelmemeliydi. Bunun gibi o kadar çok acı ve vahşice örnek var ki; NE YAZIK Kİ… 
Dolayısıyla, cinayetin çözülmesi ve bunu yapan canilerin hak ettikleri en ağır cezaları çekmeleri için; nefret, şiddet, önyargı ve ırkçılıkla bezenmiş mesajlarla, bölgeye, halka, insanlara karşı öfke ve şiddeti kışkırtmak yerine, motorcu dostlarımızın kurban gittikleri cinayetin aydınlatılmasını sükûnetle, psikolojik/duygusal hezeyanlara kapılmadan beklemeli, ve elbette ki güvenlik güçlerine bunun bir an evvel çözülebilmesi için biz motor kullanıcıları, tüm organizasyon, dernek, kulüp ve örgütlerimizle bir arada olarak, gereken kamuoyunu ve örgütlenmeyi oluşturmalıyız.
Her şeye rağmen burası bizim memleketimiz, elbette ki onu karış karış gezmek, görmek, öğrenmek, tanımak, keşfetmek hakkımız ve bunu güven içinde yapabilmemiz de güvenlik güçlerinin yurttaşlarına karşı vazifesidir.

Diyeceklerim bu kadardır. Elbette ki gidenler geri gelmiyor, ama amacımız ve dileğimiz daha fazla can’ın yanmaması, kaybedilmemesidir. Bunun için mücadele etmeliyiz. 

Lakırtı kavafı g.ü.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Sizler koyun sürüsü değil; İNSANsınız! Halksınız!

memleketimizde geçen, geçmekte olan ve gelen günlerin duygu ve düşünce haline çok uygun bu konuşmayı dinlemenizi şiddetsizce tavsiye ederim...en yakın zamanda Türkçe tercümesini de ekleyeceğim...
gerçekten inanılmaz incelikli, duyarlı ve aydın bir insan ve sanatçı olan Charlie Chaplin'den unutulmaz, vurucu ve "timeless" (Türkçe'ye zamansız olarak çevrilen ama bence zamansız kelimesinin karşılamadığı) bir konuşma...yani tüm zamanlara ait...ve her daim geçerli ve doğru...

https://www.youtube.com/watch?v=V1fMvLbE85E

22 Kasım 2013 Cuma

Halkın ADALET ve SAYGIyla İMTİHANI!!!


    Hayatımda en çok önemsediğim, bireysel ya da toplumsal her sorunun –ki toplumların en küçük birimi insan-bireydir zaten-, bana göre sebebi, sonucu, özü, çözümü; çözümsüzlüğü, herşeyi ama herşeyi, herşeyin başı SAYGI’dır…
    Az evvel daha az evvel başımdan geçen, zaten aslında öncesinde de birçok kereler benzerlerini yaşadığım ve birazdan anlatacağım olay, bizim toplum olarak en büyük eksiğimizin, yanlışımızın ne olduğunu zihnimde BİR KEZ DAHA teyit etmiş oldu! Bu anahtar kelime; bu derin ve ama son derece basit; ya da daha doğrusu SADE “KAVRAM”; SAYGI’dır!
    Birbirine saygı duymayı; bir arada ve huzur içinde, birbirine zarar ve/veya rahatsızlık vermeden yaşamanın temel kuralı olan saygı, anlayış ve toleransı bilmeyen, tanımayan insanlar, nasıl bir “MİLLET” ya da “DEMOKRASİ” içinde yaşayan bir “HALK” olabilirler ki? Ve de hepsinden de önemlisi HUKUK ve ADALET’in üstünlüğünü tanıyan ve öncelikle bunun mücadelesini veren insanlar olabilirler ki? Zira “herkesin demokrasisinin kendine” olageldiği bu düzende (!!!), birbirimize karşı adil-saygılı-anlayışlı olabilmek de, devletin yurttaşlarına karşı adil ve hakça-eşit olması da esas önemli konudur!

    Dolmuşa bindik. Akşam vakti. Trafik yoğun, araç dolu, insanlar yorgun ve sessizdi; tıpkı benim de olduğum gibi. Öylece durduğumuz aracın içinde bindiğimiz andan itibaren ve de yarım saat geçmesine rağmen hiç ara vermeksizin ve yüksek sesle bir telefon görüşmesi yapıyor ön koltuktaki kişi. Yola ilk çıktığımızda 1-2 dakikaya biter nasılsa diye düşünerek, rahatsız olmama karşın susmuş ve beklemiştim. Ancak bu konuşma 30 dakikadan bile uzun sürünce artık tahammül sınırlarım zorlandı ve kendimi durduramayarak, omzuna dokundum ve “rica etsem görüşmenizi inince devam ettirir misiniz, zira burası bir toplu taşıma aracı ve biz sizi dinlemek zorunda değiliz, en azından ben rahatsız oldum. Lütfen.”, dedim. Kapattı ve ama sinirli bir bakışla arkasına döndü. “Teşekkür ederim”, dedim. Sesini yükselterek “Bir daha omzuma dokunma, tamam mı!?” dedi. İçimden Allah Allah çattık akşam akşam diye düşünerek, “Peki beyefendi, bir daha karşılaşırsak dokunmam, ama başka türlü nasıl size sözümü söyleyebilirdim ki?”, dedim. Tekrar ve daha da yüksek sesle “Omzuma bir daha dokunma tamam mı?”, dedi. Ya sabır deyip, “Peki, olur.”, dedim ve sustum. Ve 1 saniye bile geçmeden solundaki arkadaşı bana dönüp, kabadayı bir ses tonuyla; “Hanfendi, bu konuşmada sizi ne rahatsız etti ki, susmasını istediniz arkadaşımın?”, dedi. Ben de “Ne konuştuğunu dinlemedim ki! Üstelik ben konuştuğu konudan rahatsız olmadım ki, yüksek sesle konuşmasından rahatsız oldum. Ayrıca size ne? Avukatı mısınız kendisinin?” diye sordum. Cevap: “O benim arkadaşım, savunacağım tabii!”. “İyi de saldırı mı var ki, savunmaya geçiyorsunuz. Ben sadece rahatsızlığımı söyledim gayet kibar bir şekilde” dedim. Bu sefer olayın esas kahramanı araya girdi yeniden! “Beğenmiyorsan, git taksiye bin!”. “Rahatsızlığı veren sizsiniz ve ben taksiye bineyim öyle mi? Siz bence terbiye ve saygıyı biraz öğrenin ve siz telefonunuzu binmeden önce ya da inince yapın” dedim. Ve durağımın bile çok ötesindeydim, inmek durumunda kaldım!

“Beğenmiyorsan taksiye bin” cümlesi, gayet iyi bildiğimiz ; “Ya sev ya terk et!” mantığının bir yansımasıdır! Orada bir durun derim o zaman!

    Birincisi, önce bu sokaklar, bu ülkedeki tüm yaşam alanları, her yer ve bu vatan hepimizindir; hepimiz bu toprakların evlatlarıyız ve hepimize; tümümüze birden de millet deniyorsa, kim kimi, NE HAKLA, NE CÜRETLE, nereden kovuyor; kovabiliyor ki? Bu hakkı ve cüreti kimden alıyor?
    İkincisi, bize şu anda yapıldığı üzere, tüm toplu taşım araçlarında, sokak panolarında, duraklarda, yazılı-basılı yayınlarda, tv kanallarında, binalarında üzerinde ve aracılığıyla bize dayatılan TEKELci; TEKTİPÇİ zihniyet, sürekli İŞİTMEYE ve GÖRMEYE mecbur ve maruz bırakıldığımız propagandalar gibi, ben kimseyi –görüşü, düşüncesi, fikri, zikri her ne olursa olsun- işitmeye ve dinlemeye mecbur değilim; keza kimse de benimkileri! Ben bu yüzden bir toplu taşım aracında telefonum çalarsa hemen inince arayacağımı söylerim ancak çok ama çok önemli olduğu söylendiği takdirde de en kısık sesimle yanıtlarım, kimseyi rahatsız etmemek adına.
    Ki, zaten bu akşam yaşadığım olayda da konuşulan tek bir sözcüğe dahi kulak kabartmamıştım ben! Beni ilgilendiren işin saygısal boyutuydu esas. Dolayısıyla savunmaya geçilecek bir durum yoktu aslında.
İşte bu benim İNSAN HAKKIMdır; DEMOKRATİK hakkımdır; bir yurttaş olarak; neyi, kimi, nerede ve ne zaman istersem dinlemeyi ya da dinlememeyi; seçmeyi ya da seçmemeyi tercih etme özgürlüğü! Bir şekilde “maruz bırakılmak” değil!
  
    Bu toplumsal-günlük hayatta, bağıra bağıra sokaklarda ya da araçlarda konuşarak rahatsızlık verenler için de, vapur gibi, kapalı alanlar gibi sigara içmenin yasak olduğu yerlerde “banane beeee yasaktan” diyerek, işin sadece bir “yasak olayı” değil, bir “medeni” ve “saygı” boyutu olduğunu; etrafta bir hastalığı-rahatsızlığı olan birini; çocukları, hamileleri rahatsız edebilecekleri boyutunu bile kavrayamayanlar için de, trafikte istediği yerde durup, istediği kuralı ihlal eden, herşeyi kendine hak gören herkes için de geçerli olan söz konusu bir durum…Hak diğerlerinin haklarını ihlal ederek sahip olunacak bir şey değildir; olamaz da! Ne büyük bir YANILGI! Sizin hakkınız, ötekilere haksızlıksa, bu insani de, adil de, hukuki de değildir.
Daha birbirlerine rahatsızlık vermemeyi düşün(e)meyen, farklı siyasi görüşlere veya görüşlere, düşüncelere sahip olup, uygar insanlar gibi karşılıklı ve saygıyla, sessizce ve makul bir şekilde birbirlerini dinleyip, yanıt vermeyi, fikir beyan etmeyi, konuları “kavga, çatışma, savaşma, saldırı” değil, “medeni şekilde tartışarak” çözmeyi dahi beceremeyen ve hatta denemeyen insanların adaletle; demokrasiyle imtihanları da onları hep sınıfta bırakır; bırakacaktır maalesef.
    Tarih de defaatle bunu göstermiştir. Zira yakın zamanlarda da sıkça adalet ve demokrasi sınavları verdik hep berabercene; ve vermekteyiz…

    Ancak, demokrasiden bahsedene kadar, önce saygı kavramı üzerine düşünmeliyiz bence.
Çünkü demokrasi ezen ve ezilenlerin; azınlık-çoğunlukların; seçilen ve seçilemeyenlerin; vs vs’lerin güçler dengelerince belirlenen bir şeydir; oysa ki saygı ve adalet; adil olabilmek, olaylara hakça bakabilmek, kendisi ve karşısındakiler her ne yanda-yönde-fikirde-düşüncede olursa olsun akıl ve vicdanıyla sorgulayıp, karar verip, davranabilen, insanî bakabilmeyi-olabilmeyi başarabilmiş İNSANların bir maharetidir.

    Adil bir dünya demokratik bir dünyadan daha önemli ve güçtür. Bir şekilde sözde de olsa demokrasi varmış gibi görünebilir ya da sağlanmış gibi yapılabilir, ama adalet olmadıktan sonra bu ne işe yarar ki; yine sadece bir grup insan bundan memnun olur ve demokrasi sadece “ötekinin” başını kesecek bir kılıç olur.

    Unutmamak gerekir ki, doğru soruları sorabilmek, doğru cevapları vermeye çalışmaktan daha önemlidir. Ve cesaretle, adilane davranabilmek, bir zihniyetin özünü sorgulayabilmek de büyük bir olgunluk ve farkındalık gerektirir.

gökçe ünar  

14 Kasım 2013 Perşembe

Curiosity...Merak...


"I have no special talents, I am only passionately curious", says Albert Einstein.

The emotion curiosity, with the most simple and cliché explanation, represents a thirst for knowledge… Curiosity is a major driving force behind scientific research and other disciplines of human study and arts.

Curiosity might be considered as the basis of  improvement, progression, transformation and creativity. A consistent and stimulative motive for learning, searching, improving, developing and transforming that realizes the scientific and academic progressions. Curiosity, as a sense, can be encoded in the genes and instincts of the human beings, for they are curious both by academic means and also in their ordinary, daily lives. This curiosity has always been a part of myths, legends, stories and history, from the story of Adam and Eve, which is the myth of creation and abstractly of curiosity, to the myth of Pandora; from the legend of Psyche and Eros, to Dr. Faust, who even consented to give his soul for his insatiable hunger and curiosity for infinite knowledge.
The content and scale of curiosity varies as from wondering the lives of the others, to wondering the mysteries of the universe, depending on the social, economical, academic, scientific and artistic contexts.

Curiosity, takes to new paths, opens new doors in life… Questioning, contemplating new aspects, reproducing thoughts and opinions keep the mind sharp and vibrant; brings on a critical aspect within, thus considered unsafe, uncomfortable and uncanny for the “authority”. For the powers and clergy do not like the act of questioning itself; being questioned and curiosity. Curiosity and questioning brings awareness with, awareness creates individual and citizen consciousness and this may lead to disobedience.
Many examples of this dislike have come forth throughout the history during the formations of academic, scientific and social changes and developments; moreover many have paid big prices.

Unfortunately, we, as most of us have experienced in different times and ways, were educated or tried to be educated as generations to accept and concede what is imposed on us, instead of questioning the ideas, opinions, systems and structures.
In the recent years, the lack of curiosity is easily observed among young people.

“The ability to provide knowledge is getting easier every day so the time to saturate curiosity is getting shorter. Does this increase or decrease curiosity? Does the enthusiasm to learn disappear when easily provided? Was it the pain, difficulty and then the victory to come to a point, a solution, knowledge itself that motivated people through history to go for further knowledge and curiosity?
Talking to engineering, arts or philosophy students about to graduate, and hearing that the only thing they think about is to find a secure, steady job compulsorily instead of having the desire to practise their own professions; their future worries instead of passion, ideals, dreams or goals in life, is an egregious and tragic truth for today and future and for academic and social progression.
To conclude, in these modern times, not only in our country but also all around the world, with the triggering of the capitalist system, the main concern of curiosity is more likely to be on commercial goals and purposes than academic, scientific and creative curiosity. The society is being de-memorized* and incuriousificated* day after day with the education systems and manipulations by the mass media, and their curiosity is systematically and intentionally oriented towards consumption frenzy and upcoming products.
For this reason, even in the most developed countries, in the last decades, the budgets for the academic, scientific and intellectual researches are much less than the budgets for “product development, advertisement, marketing means and costs” of the markets.  
It is inevitable not to be inspired and not to take a lesson from the “passionate curious” Einstein, as he was my motive at the beginning of my article; and as he will be at the end;
The important thing is not to stop questioning. Curiosity has its own reason for existing. One cannot help but be in awe when he contemplates the mysteries of eternity, of life, of the marvelous structure of reality. It is enough if one tries merely to comprehend a little of this mystery every day. Never lose a holy curiosity.

Dememorized*
Derived with the prefix de- which means “opposite of, remove, out of, down, from…”, meaning tried to or having lost the collective memory

Incuriousification*
 (a portmanteau of the word  incurious and  the morpheme –fication) is a concept to express the systematic manipulation to create incurious masses/generations.
-fication; suffix meaning "a making or causing," from L. -ficationem, acc. of -ficatio, ult. from facere "to make, do”.


Merak... 


Hiçbir özel yeteneğim yok. Yalnızca tutkulu bir meraklıyım. ~ Albert Einstein

İnsanlar gün geçtikçe daha az merak eder hale geldiler. Merakın giderilmesi için koşturulan zaman kısaldı, bulmak ulaşmak kolaylaştı, bu iştahı kabartır mı yoksa köreltir mi? Heves, elde etmek kolaylaştıkça tükenir mi? İnsanlık tarihi boyunca bilgiye ulaşmanın zorluğu ve bunun zafer duygusu mu bir öte adım için merak ve motivasyonu arttırıyordu?

Gelişim, dönüşüm, ilerlemenin ve yaratıcılığın esasını oluşturur merak. Sürekli öğrenmek, araştırmak, ilerlemek, geliştirmek ve dönüştürmek güdüsüyle oluşur bilimsel ve akademik ilerlemeler de. Merak belki duygu olarak insanın içgüdülerinde, genlerinde kodlu olabilir, zira, gerek akademik gerekse günlük yaşamda insan merak eden bir canlıdır. Bunu Adem ve Havva’nınkinden, Pandora’nın efsanesine, Psyche ile Eros’unkinden, bilgi ve sonsuz merak yüzünden ruhunu bile satmaya razı olan Dr. Faust’a kadar, merak ne efsanelerden, hikayelerden ne de tarihten eksik olmamıştır. Merak kendisini mahallesindeki diğerlerinin hayatını merak etmekten, evrenin oluşumunu merak etmeye kadar; bulunduğu sosyal, ekonomik, akademik, bilimsel, sanatsal ortam gibi bağlamlarda, farklı ölçeklerde kendini gösterir.

Merak yeni yollara götürür insanı, yeni kapılar açar…sorgulamak, yeni bakış açıları, düşünceyi türetmek, zihni canlı ve keskin tutar, eleştirel bakış açılarını beraberinde getirir, ki bu yüzden otorite için tehlikeli gözükür. Zira iktidarlar ve din odakları sorgulamayı-sorgulanmayı ve merakı sevmezler. Merak etmek, sorgulamak farkındalığı getirir. Farkındalık bireyleşmeyi ve yurttaşlaşmayı, ve bu da itaatsizliğe varabilir. Bu tarih boyunca bütün akademik, bilimsel, toplumsal gelişmelerin oluşum süreçlerinde karşımıza çıkmış, hatta büyük bedeller ödenerek yaşanmıştır.

Kendi toplumumuz üzerinden örneklendirmek gerekirse, biz, birçoğumuzun farklı zamanlarda ve şekillerde tecrübe ettiği üzere, fikir, düşünce sistemi ve yapıların sorgulanması yerine bize empoze edileni kabullenmek üzerine eğitilmiş nesiller olarak yetiştirildik, ya da yetiştirilmeye çalışıldık ne yazık ki. Günümüz Türkiyesi’nde de kendi öğrencilerim vesilesiyle de her gün bu tip durumları gözlemleyebiliyorum. Örneğin, mühendis olmak üzere olan öğrenciye “mesela ne icat etmek isterdin?”, diye sorduğumda genel cevabın “okulu bitireyim de, nerede iş bulabileceğim, bakalım” olması, felsefe ya da sanat mezunu öğrencilerimin “en garantili gördükleri için” ve “mecburen” sanatçı ya da fikir insanı olmak yerine, devlet okullarında öğretmen olmak istemeleri, hayal ve ideallerini sorduğumdaysa verecek hiçbir yanıtlarının olmayışı, trajik bir gerçekliğimizdir fikrimce.

Modern zamanlarda, sadece ülkemizde değil, tüm dünyada, kapitalist sistemin de tetiklemesiyle, merakın odağı, bilimsel, akademik, yaratıcı meraktan, daha çok ticari bir araç olarak merak’a dönüşmeye başlamıştır ne yazık ki. Bunun örneklerini toplumun eğitim sistemleri ve medya aracılığıyla yapılan manipulasyonlar sayesinde gün geçtikçe belleksizleştirilmesi, ve tüm merak ve ilginin odağının “yeni çıkacak ürünler” ve tüketim çılgınlığı minvalinde dönmesi olmuştur. Bu yüzdendir ki, günümüzde dünyanın en gelişmiş ülkelerinde dahi bilimsel ya da düşünsel araştırmalara ayrılan bütçeler, “ürün geliştirme”ye, reklama ve pazarlama şovlarına-mecralarına ayrılanlardan çok daha düşüktür.

Yazıma başlarken de olduğu gibi bitirirken de elbette tutkulu meraklı Einstein’dan feyz ve ders almak kaçınılmazdır…

Önemli olan sorgulamayı bırakmamak. Merağın var olmak için kendi nedeni vardır. Kimse bunu anlayamaz ancak bunun için de, sonsuzluğun, hayatın, gerçekliğin inanılmaz yapısının gizlerini çözmeye çalışarak, olabilir. ~ Albert Einstein 


lakırtı kavafı gökçe ünar...